Pazar

Renkler ve Kadın ...bir cumlenin alt metninden kopup gelen anlamsizliklar silsilesi

sonra tum bildiklerini unuttu... anlamina anlamlar katmaya calistigi tum degerlerinden uzaklasip dunyaya ciplak gozlerle bakti...
diger insanlari acimasizca yargilamak degildi niyeti. ama bunu kendi icin yapabilirdi. yanlis yerdeydi... herseferinde tum seffafligiyla sariliyordu. karsisindakine gucsuzken guc katabildigini ve bir suru insana dunyayi sevdirebildigini biliyordu...

ancak simdi gereken renkleri tekrar hissetmekti. bunu gorebilen onun icine bakabilen kimse yoktu. kadin koseye sıkışmışken, herkes coktan kendi koşesine cekilmisti.
ayni sahne..
kadin renkleri yalniz hissedicek, yalniz sevecekti..

Otel (IV)

Denizse her şeyi unutturan bir adam gibi
Gelecekti bir gün yeniden
Demeye kalmadı geldi
Sinirli bir gürültüyle yükseliverdi hemen
Ardından bir iki şey daha oldu - nasıl anlatsam
Kimse bunu daha yaşamadı ki -
Sanki bir akvaryumun içinde
Yapayalnız kaldım da ben
Yanımda başka akvaryumlar ve
İçinde başka birileri
Doğrusu müthişti bu, denizin icat ettiği bir mezarlık gibiydik =
başka değil
Hepimiz az çok kımıldanıyorduk çünkü
Hepimiz ağzımızı açıyorduk arada
Bir sesi dışından olsun yakalamak için
Ama nafile
Yoktu ses
Yok bile yoktu ki bir yerde
Kapıdaki bir yaylı arabayla
Süslü bir cenaze arabasına benzer bir arabayla
Solukların iniltili bir dram yaratmasa
Yoktu ses
Ve yaşlı barmenin başı tezgahın ardında
Saint Jean de Baptiste'in kesik
Kesik desem kesik, yaşayan desem yaşayan
Başı gibi sakin durmasa. 
                      EDİP CANSEVER 

Cuma

vakit geldi..



                                    “Şimdi kendine ait hikayeni yaratma ve yaşama zamanı.” Ausey

Çarşamba

......





bebeğininzin artık içinizde oluşmaya başladığınızı öğrendiğinizde... ona hep güzel şeyler söyleyin.. zamansız da olsa iyiki geldiğini bilmeli çünkü.. erken ... geç... kız.. yada erkek..  ona sevginizi hissettirin. bol bol konuşun hatta... yaşamını sizin sözcükleriniz oluşturacak çünkü..

Pazar

noel baba, absürd rüyalar, ve ben..






       tüm çocuklarınki gibi benim de hayal gücüm o zamanlar zirvedeydi...
büyüyüp çok çalışıcaktım. sonrada kendime bi bulut alıcaktım.. orada yaşıcaktım. ve bunun böyle olucağından emindim. tek gayem buydu. gündüzleri birsürü şey yaratır gece tüm filmi rüyamda oynatırdım.. bulutların üstündeki evim noel babanın evine çok yakındı mesela... tüm çizgi film kahramanlarıyla kanki olmuşum  her çocuk gibi... gökkuşağı... onu bir buluttan diğer buluta geçiş olarak kullanıyordum... bu yüzden vazgeçilmezdi.. artık böyle diil ama gökkuşağı benim için hala çok önemli.. 
sonra biraz büyüdüm.. çok az... arkadaşlarımın evine noel baba gelmeye başladı...  hem de diledikleri hediyeleri getirdiler. bize bir türlü noel baba gelmedi. bizim evi bilmiyor diye düşündüm. ona adresi vermek istedim.  ve bu konuyu yakın arkadaşıma açtım. çünkü onlara noel baba her sene geliyordu. o da bana noel babanın telefon numarasını yazdı. aralık ayının ortalarıydı.. haftalarca her gün evdekilerden gizli gizli noel babayı aramaya çalıştım. tabi bir sonuca ulaşamadım.. bize hiç gelmedi.. hediye de getirmedi. ama en çok ben inandım onun varlığına:) sabah tüm çocuklardan önce kapıya ben bakmışımdır. heralde.... Hıh... koca bi saçmalık. ve daha bir sürü şey..
şimdi büyüdüm.. artık uçarı hayallerim yok. olmayan şeylere inanmıyorum. noel babayı telefonla aramıyorum ama.. sanırım çocukluktan kalmış olucak ben hala rüyalarımda böyle şeylerle boğuşuyorum.
rüyamda Dr. Oetker i görüyorum mesela.. onunla yemekler yapıyorum. Nazım Hikmet le ülkelerinden birinde deniz kıyısında birlikte şiir okuyoruz...gülüyoruz.. şarkılar.. sohbetler... midnight in paris filminden kopup gelmiş gibyim. Dostoyevski ye yemek ısmarladığım bile olmuştur... hatta ona bir kaç ruble borç verdiğim de doğrudur.. Jack London ile Martin Eden ın filmni bile çektik.. =)
hangi kafada uyuyorum hangi kafada görüyorum hiçbir fikrim yok.. çocuk olup noel babanın telefon numarasını çevirip beklemek sanırım daha iyiydi..



Çarşamba

Kar Beyaz


             
"Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört duvar arasında bulunmak Bu geniş karanlıktan, bu seslerden kaçmak..."   (S.Ali -Ayran- 1938)


şiir gibi.. ağıt gibi .. ince ince işliyor ruhuna...  benzeri diğer filmlerden daha başka bir ruha sahip bunun en büyük sebeplerinden biri Sebahattin Ali'nin 'Ayran' isimli öyküsünden uyarlanmış olması.  Filmin yönetmeni Selim Güneş'in muhteşem kadrajları ile birlikte hikayenin derinliği artıyor.  İmgeler dans ediyor. ve hatırınızdan silinmesi uzun zaman alıyor...  Film insani birçok duyguyu ele alıyor.. pişmanlık özlem, hasret.. ancak en çok umuda dokunuyor  başından sonuna dek....

Salı

jules ve jim



"ya hayal görüyorum ya da yağmur yağıyor.. belki her ikisi de"



Cuma

gülüşler hep umuttan kaynaklanıyor.. belki'ler ağlarnı örüyor... kadın da böylece ayakta kalıyor..
ancak pamuk ipliğine bağlı umutlar ufacık bir pürüzle uçuyor gökyüzüne.. kadın kafasını kaldırıp bakamıyor bile.. biliyor.. bu duyguyu tanıyor... içindeki yangın büyüyor.. o suskunlukla söndürmeye uğraşıyor...
lakin kelimeler artık tüm duvarları yıkıp çıkmak istiyor...
ve bazen bazı eski dostlat vardır..
sonradan aslında dost olmadıklarını fark ettiklerimiz... önce dostluğa inandırırlar... sonra yalanlarıyla süslerler.. sonra ağlar geri dönerler.. sevgili gibi... dost hiç olamamışlardır hani..
bazıları çok yapıcı görünürler... herşeyi yıkmak için yaratılmışlardır oysa... tek misyonları vizyonları ıvır zıvırları budur..
bugüne kadar hiçbir işe yaramamışlardır.. öylece bakar uzaktan.. izler ki kötü olun.. omzunda ağlarsınız...sonra bi bakarsınız daha kötyü olmanız için uğraşan tek kişi oymuş..
evet ve bazen böyle eski dostlar vardır.. hiçbir zaman dost olmayı becerememiş..
cahilliğine hergün bir yenisini daha ekleyen eski dostlar..
niyeti hep iyi gibidir.. ama nedense.. kaderden... hep aleyhinize gelişir.. etrafınızdaki tüm iyi şeyler ona fazla gelir..
şimdi eski dost statüsünde yerlerini bile koruyamıcak kıvama geldiler...
benim için ne büyük mutluluk...
eski dostlar vardır evet... çoğu zaman sinek gibidirler..

Salı

değişimden korkma....!!!!

uzak ve kalp ritminin manasiz bileşimi..

bu kalp bu hiziyla nasil yakalayabilir onun uzakligini. nasil kapatabilir arayi? daha hizli carparak mi? daha hizli carpiyor hergun. yalnozca yetisebilme amaci güdüyor uzakliga. kim yetisebilmis kim kapatabilmis koca mesafeleri kucuk kalbiyle... oldurmaya calismak öldürmeye calismaktan zor.

Çarşamba

ufacık dediğimiz herşey büyüttü onu yavaş yavaş.. sakin sakin.. kasmadan...
günler, haftalar, aylar, mevsimler geçti... kadının dudağında hep bir gülümseme kaldı. onu hiç terketmedi.. kadın da ondan vazgeçmedi..
bir arada yaşamaya o kadar alıştılar ki gülümseme onun herşeyi oluverdi. sırtını ona dayardı ağlarken bile.. bilmezdi kimse.. varsın bilmesindi.. .   ne güzel bir bağlılıktı...  
gülümseyecek bir şeyler bulamadan yaşanabilir miydi bilmiyordu... ama o bişiyler mutlaka buluyordu... bulacaktı da...

Pazartesi

ah küçük aptal...
nerden bilebilirdin öylesine gelişen bir olayın bu derece büyüyeceğini.. yıllardır süren öfkenin sonunda zirveye adım adım atacağını nerden bilebilirdin... hep biliyor insan sevilmediğini... ama bu kadar yüzüne vurulduğunda insan yüreğinin gerçekten kırılabileceğini nerden bilebilirdin...
bak şimdi herşey net... olmaması gereken bir biçimde net...
şimdi o saçma sapan triplerle dolu dünyan senin olsun...
ben nerden bilebilirdim sana gelen birini bu kadar itebileceğini... artık biliyorum...

Woody Allen- Zelig


Dr. Fletcher :  Bana neden yanında bulunduğun insana benzediğini söyle

Zelig:  Çünkü bu güvenli.

Dr. Fletcher:  Güvenli ile neyi kastediyorsun?

Zelig:  Güvenli... diğerleri gibi olmak 

Dr. Fletcher: Güvende olmak mı istiyorsun?

Zelig: Sevilmek istiyorum...

Cuma




güzelleşiyor ve renklendikçe renkleniyor herşey=)

Salı

An


aynaya sadece kusurları görmek için bakmışım... belki insanlara da öyle baktım yıllarca..
geçmişe takılı kalıp, gelecek için endişelenerek yaşadım... daimi bir umutsuzluk öğrettim bünyeme.
başkaları için yaşamak kendim için yaşamaktan daha kolay gelmişti.
An' ı yaşamak neydi hiç anlamamıştım..
şimdi kendim için ufacık değişikliikler yapıyorum.. bu ufak değişiklikler bir sürü insanı değiştiriyorum beni hiç uğraştırmadan... içimden güzel duygular geçiyor.. zihnimin kurduğu tüm olumsuzlukları bastırıyor..
aynaya baktığımda gülümsemeden edemiyorum...
herşey kolaylaşıyor farkında bile olmadan ...
farkında olmak...
bununla başladı an'ı yaşamak...



Pazartesi




ve emine artık mutludur... :) bağımsız bir mutluluk hali=)

Cuma

İlkin...

bunu kimse soylemedi belki düşündü
çünkü vardır insanın yaşamasında
uyku ve öfke gibi vardır
kimse söylemedi
tuzunu çoğaltan bir denizde
nasıl batarsa güneş öyle
bende kaçırdım
ki gözüm bütün gün
günboyu lekelerde
kaçırdım ama şöyle de söylenebilir
şiirin bütün geçmişinin dışında
önceden açıklanan her şeyin dışında
örneğin en sıcak ülkelerin yazında en soğukların kışında
yanarım üşürüm berbat olurum
hiç bir şeye yaramam
ama yinede seni severim
o zaman sende beni sev
evet

turgut uyar

Perşembe

"artik zamani geldi.Artık acı zamanı. Şiddetin şiiri duyulmali. 'Cash from Chaos' günlerindeki gibi. Kargaşa başlamalı. İnsanlar ağlamalı. Dünya, üstündekileri kusturacak kadar hızlı dönmeli. Perde aralanıp içeriye kanın soğuk kokusu yayılmalı. İftiralar, takipler, tahminler, tehditler, intikam yeminleri megafonlardan evlere sızmalı. Görünmez adamların barbecue partilerinde Üçüncü Dünya Ülkelerine biçtikleri kefen yırtılmalı. Arkasında hiçbir teşkilatlı güç bulunmayan parmak, tetiği çekip tek başına bir insanın sahip olabileceği bütün deliliği gòstermeli. Uyuyan halkların yataktan düşme zamanı geldi. Gözkapaklarınin jiletlerle kesilmesinin zamanı. Ebedi uykusuzluk zamanı... "

Salı

!!!!!

artik sıkılmadınız mı tum dunyadaki acilar icin gozyasi doker gibi gorunmekten? sosyal paylasim sitelerinde savasi bitirmeye calismaktan? eylemi, devrimi tum gorusleri mucadelesiz copy paste ile oturdugunuz yerden yapma gayretinden ne zaman vazgececeksiniz? siz kucuk bi cocugun kanli bir fotografini paylasinca altina da acikli birkac soz doseyince azalmiyor tukenmiyor cocugun caresizligi...! arkadaslariniz 'begen' butonuna tiklayinca sona ermiyor savas! ama rahat ediyor vicdanlariniz ...

sonra ölülerinize agliyorsunuz, dibinizde yasayanlarin kiymetini bilmeden... onlarin da ölmesi gerekiyor degerlerini bilmeniz icin... yok olan kisiler (yasami suresince hic onemsemediginiz) altin kalpliniz en yakininiz caninizin parcasi oluyor birden... komik gorunuyorsunuz!

hersey yuzunuze tokat gibi carparken siz hangi gerceklikteki hangi kılıfınizda yasiyorsunuz?

Pazartesi

canakkale ve birkac dost yuz...

kadin bazen ozluyor bazen bıkıyordu... lakin birakmiyordu bu sehir yakasini... her adiminda gecmis carpiyordu yuzune... eski dostlar... hatta hic eskimeyen dostlarini bu kucuk sehirde bulmustu... ilginc seylere kucak acmisti bu sehir... daimi sarhos edebiliyordu o zamanlar... anilari gommeliydi kadin.. yoksa dolasamazdi hicbir sokakta.... isimler her adimda dolaniyordu kafasinda... yine ayni yerdeydi... ayni sehirde... artik son olacagini bir daha burada olmamayi umut ederek uykuya daldi...

Cumartesi

-e hali

kadin huzur icinde yurudu nereye oldugunu bilmeden... koca bedenler icindeki kucuk insanlarin kara ofkelerine ragmen huzurla yurudu... herkesin masum bir yuzunu bulmustu... kimi omzunda aglarken, kimi dizlerinde uyurken masumdu... ama hicbiri koruyamamisti masumiyeti... ya ofkeleriyle kaybetmislerdi ya da intikam yeminleriyle... bazen de egolarinin tum hayatlarini ele gecirmesiyle yitirmislerdi... biliyordu kadin... insanlar kendi secimlerini yapiyor ve azad ediyorlardi masumiyetlerini...
kadin gulumsedi... yoluna devam etti... ozlemler icini acitabilirdi... ki acitiyordu da... yillari daimi bir ozlemle gecmisti...
ardina bakmak istedi son bir kez...
hizlica ilerledi...

Çarşamba

bir bar, bir bira, bir kadin

tek basinaligin dayanilmaz hafifligi sarhos etti kadini... tek basinaligin dayanilmaz acisi yakti icini... ruhu mucadeleye her daim hazirdi lakin bulamiyordu artik mucadeleye deger hicbirsey... hicbir alkol unutturmuyordu mide bulantisini... hicbir sigara dumani gizleyemiyordu hicligini.. ve hicbir fondoten kapatamiyordu yuzundeki yilginligi...

Perşembe

bir yalan götürüyor aşktaki tüm doğruları...

zamanı bölersek parçalara... hayatımın en garip zaman dilimindeyim.. kendime geldim... tekrar ben olduğumu hissettim. biri beni silkeledi ve kendime getirdi...,
beni kendime getiren gizemli bir güç değildi.. ak sakallı dede de görünmedi rüyamda... beni kendime getiren kendi canım oldu.. canımın öbür yarısı... salt gerçekliğiyle küçük hesaplarıyla beni kendime getirdi...
artık ben BENim.. sadece ben...
kutsallığı bi anda gitti.. ışığı söndü sanki.. o da artık diğerleri gibi.. egolar... ve sadece onun için yaşayanlar...
artık masumiyeti kalmamış biri nasılsa öyle... bir yalan nasıl da götürüyor aşktaki tüm doğruları...
sıfırlanıyor tüm kareler kalbindeki..
şimdi sanki vücudumdaki bir uzvu azad etmiş gibi bıraktım ruhumun yarısını... kutsallık zor kazanılıyor çabuk kaybediliyor...  artık rahat bıraktım onu.. akdenizin dalgalarıyla yiten kutsallığı,  tekrar  arıtır belki ruhunu...

Pazartesi

"Belki de AZ, hayat ve ölüm kadardır..."



*   " Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti. Korkudan titriyor, gözlerini böcekten ayıramıyordu. Ay çekirdeği tarlası kadar bir tavana bakıyor ama sadece onu görüyordu. Ay çekirdeği
kadar bir böcek. Sivri ayaklarının etrafındaki tüyleri paça gibi duran, antenlerinin inceliği kirpik kadar olan bir böcek. Bir böcek resmi kadar hareketsiz gövdesiyle, koyu bir loşluğun koyu griye boyadığı betonda simsiyah bir leke. Küçük kızın korkudan sulanmış gözleriyle aynı renkte.
Çenesine kadar çektiği battaniyeyi terli avuçlarının içinde sıkıyor ve böceğin ne zaman yüzüne düşeceğini düşünüyordu. Merdivensiz bir ranzanın üst katındaydı. Tavanla arasındaki mesafe, yarım metreden azdı. Elbet uyuyakalacaktı. Elbet uyurken ağzını açacak ve böcek kendini boşluğa bırakıp dişlerinin arasından geçecekti. Ya da önce battaniyesinin üzerine düşüp bir süre orada duracak, karnı acıkınca da küçük yüzüne ayak basıp burun deliklerinden birine girecek ve önüne ne çıkarsa kemirecekti. Bir saniyeliğine başını sağa çevirip uzattı ve yerden ne kadar yüksekte olduğunu anlamaya çalıştı. Ama bunun için bir saniye yeterli değildi. Tam olarak zemini görememiş, böceği gözden kaçırmamak için bakışlarını yeniden tavana çevirmişti.
Daha önce de böcek görmüştü. Kendi evinin duvarlarında da, başka evlerin duvarlarında da. Hatta içine adım attığı her evin duvarında en az bir tane böcek görmüştü. “Dereden geliyorlar” demişti babası. Dereden gelip tavanlara tırmanan, sonra da kendi ağırlığına dayanamayıp sobaya düşen daha büyük böcekler de görmüştü. Saçlarının kesilmesine neden olan bitler kadar küçüklerini de. Duvarların içine hızla kaçıp yok olanları da görmüştü, şekerpancarı çuvallarının altında sakince öldürülmeyi bekleyenleri de. Fare bile görmüştü. Bir defasında bir kurt bile görmüştü. Gözlerini karartmış böcekten yüz kat daha büyük bir kurt. Ama hiçbirinden korkmamıştı. Hiçbirinde titrememiş, hiçbirinde ağlamamıştı. Çünkü hiçbirinde yalnız değildi. Aslında yine yalnız değildi. Altında yatanla birlikte, çevresinde otuz beş çocuk vardı. Ama onlar sayılmazdı. Çünkü hiçbirinin adını bilmiyordu ve öğrenmek için artık çok geçti. Uyuyorlardı. Uyku seslerini duyabiliyordu.Verdikleri nefeslerin tıkanmış burunlarına çarpıp kırılma gürültüsünü duyabiliyordu. Uykularında hırlayan çocuklar bir omuzlarından diğerine dönüyor, serin yüzlerini denk getirebilmek için yastıklarını başlarının altında çeviriyor, bir ayaklarını diğerinin topuğuyla kaşıyor ve böceği zerre kadar umursamıyorlardı.
Kaçması gerekiyordu. Böcek üzerine düşmeden önce yataktan inmesi gerekiyordu. Ama nasıl inebilirdi ki? Merdiven olsaydı! Çıkması bile altında yatan çocuğun itmesiyle olmuştu.
“Bir dahakine kendin çıkacaksın!” diyen çocuğun. Kızgın çocuğun. Ani bir hareketle üzerindeki battaniyeyi yüzüne çekti. Yıllar içinde katılaşmış battaniyenin dikenleşmiş tüyleri yanaklarına batmaya başladığı anda ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anladı. Çünkü böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın görmediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı gözetleyemedikten sonra gizlenmenin ne anlamı vardı? Hatta artık her şey daha tehlikeliydi. Böcek istediğini yapabilir ve kimsenin bundan haberi olmazdı. Çıkmıştı göz hapsinden.
Ter damlaları belirdi yüzünde. Şakaklarında su çiçekleri açtı. Nefes alışverişi kalp atışlarını geride bıraktı. Kurtulacaktı oradan! Kurtulacaktı o böcekten! Kurtulacaktı yalnızlıktan!
Bir yolunu bulacaktı. O yataktan inmenin bir yolunu bulacaktı. Bir yolu olmalıydı. Bir tane yeterdi. Araması uzun sürmedi. Yollardan en kısa olanı seçti. “Ne olursa olsun!” adında kestirme bir sokağa saptı. Sol eliyle battaniyeyi savurup, sağ eliyle kendini boşluğa doğru itti. “Nereye olursa olsun!” adındaki bir yere atladı.
Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. Ayaklarındaki tüylerin belirmesi içinse koridordaki ampulün yanması ve koğuş kapısının açık kalması gerekiyordu.
Gözlerini alkış sesine açan Derdâ, yerde yatan çocuğun katlanmış ensesini gördü. Yüzü karanlığa gömülmüş olsa da, tanıdı. Birkaç saat önce, gözlerine bakıp “Sen üstte yatacaksın!” dediği çocuktu. Bacaklarından itip tırmanmasına yardımcı olmuş, sonra da “Sesini duyarsam, keserim dilini!” demişti. Hatta diğer çocuklar duysun diye bağırarak söylemişti. Şimdiyse yerde yatıyordu çocuk. Hemen yanında. Belli ki düşmüştü. Atlamış olamazdı ya!
Yastığının altından çektiği elini uzatıp çocuğun koluna dokundu. Yetmedi, parmaklarıyla yakaladığı omzunu sarstı. Başını kaldırıp ranza demirlerinin arasından koğuşa baktı.
Uyanık birini aradı. Dikilmiş bir başa rastlamayınca rahatladı. Yavaşça yatağından kalkıp, çocuğun yanında dizlerinin üstüne çöktü. Bir kedi kadar hafif olan çocuğu omuzlarından
tutup çevirdi. Küçük yüzü kan içindeydi. Derdâ başını kaldırıp çevresine baktı. Hâlâ kimsenin uyanmadığından emin olunca ağlamaya başladı. Ağzını, dişlerinin arasındaki alt
dudağıyla örttü. Kimseyi uyandırmayacak kadar sessizce hıçkırdı.
Var olmayan bir böcekten korkup ranzasının üst katından atlayan küçük kız Yatırcalı’ydı. Korucu köyü Yatırca. İtirafçı köyü Yatırca. Çocukların dediği gibi, ajan köyü Yatırca, hatta
orospu çocuğu Yatırca. Ve Yatırcalılara yardım etmek yasaktı. Ölü bile olsalar onlara el uzatılmazdı. Bu yüzden Derdâ, o gece, ne nöbetçi öğretmene haber verdi, ne de başka bir şey
yaptı. Sadece ağladı. Sonra da kızın bedeninden yavaşça sıyrılıp sessizce yatağına girdi. Çünkü kendisi de Yatırcalı’ydı. Ve bu gerçeği okuldaki dört yüz otuz çocuğa unutturmak dört yılını almıştı.
Ranzanın solundan üçgen biçiminde sarkan ve tek köşesi yere kadar uzanmış battaniyeyi, karanlığın içinde bir yelkene benzetti. Yatağını da bir tekneye. Gecenin içinde giden bir
yelkenliye. Resimli bir kitapta görmüştü. İçinde masmavi denizler olan bir kitapta. Rengârenk teknelerin direklerinde bembeyaz yelkenlerin uçuştuğu bir kitap. Tekne güvertelerinde sarı yağmurluklu küçük kızların ufka bakarak gülümsediği bir kitap. Bütün kızların mutlu olduğu bir kitap. Ama sadece bir kitap. Aptal bir kitap. Hatta dünyanın en aptal ve en yalancı kitabı! Çünkü o kızlar gerçekte yoktu. Eğer olsalardı, o sayfalara fotoğraflarını koyarlardı. Suluboyayla yapılmış gibi duran resimlerini değil… Fısıldadı:
“Allahım, inşallah rüyamda ölürüm.”
“Uykumda” diye düzeltecekti ki, içinde yattığı tekne sessizce uykuya battı. On bir yaşındaydı. Hem on hem bir. "

  *    "Eğer bu dünyada bir yerlerde insanlar çocukları bombalıyorsa, bunu bilmeye gerek yoktu. O dünya zaten yanmış çocuk eti kokardı. Eğer bir yerlerde başka çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa, bunu da bilmeye gerek yoktu. O dünyanın zaten açlıktan nefesi kokardı. Ve çocukların burunları bu kokuları alır, ergen öfkesi olarak da geri verirdi. Ta ki burunları yetişkin uysallığıyla tıkanana kadar."

*     " Diyebilirsin ki bir insanı fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim seni az tanıyorum.. az..                               
      Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf.  Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…
       Bu yüzden belki de, az çoktan fazladır... Belki de az, hayat ve ölüm kadardır. Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir. "
      

Perşembe

gadjo dilo - nora luca

en sevdiğim sahnelerden biri...



Ellerimde bir göztaşı, gözlerim boş gidiyordum
Ne bileyim, bir damlanın böyle deniz olduğunu
Şaştım, mavi bir fal gibi açılınca önümde
Giritli bir ölümüm varmış, bir balıkçı fitil gibi
Patlayacakmış avucunda otuz çubuklu gençliğim
Üç günde mi desem, üç gökte, üç kulaçta mı
Ben ki, o camgöbeği çiçekler açan ağaç
Kırılmaz bardaklar gibi tuzla buz olacakmış
Ne zaman boğulsam böyle yosun kokuyordu ışık
Sabahcı kahvelerde bir çiroz ötüyordu
Ve dalgalarımı geçen o deniz şoförleri
Böyle uyur düşlere bindirmiş gemiler
Uyuklar gibi üstünde mermer masaların
Bir tahta parçasıydım, osmanlı bir kazadan kalmış
Yüzüyordum, islam kaptanın ahşap ayağında
Öbür tahtalara öbür insanlara doğru
Cumhurdu mürekkep balığı, simsiyah yüzüyordum
Ne bileyim, bir korkunun böyle destan olduğunu
Ağardım, nisanlayınca gece, ve yavrulayan yalnızlık
Ya da ilk insanın doğduğu, öldüğü dağdı Moby Dick
Nefes aldıkça filbahriler köpürüyordu sulardan
Çanlar çalıyor kulaklarımda, yunuslar yarışıyordu
Alyuvarlar, dolkuşları ve rüzgar midyeleri
Dedim, dünya gibi bulut yok dünya üstünde
Ellerimde bir göztaşı, gözlerim boş gidiyordum
Ne bileyim, bir türkünün böyle Veysel olduğunu
Açıldım, çıkmaz bir sokak gibi, kapanınca denizde. 

                                                                CAN YÜCEL


Çarşamba

"siz sırrı çözmek değil, kandırılmak istiyorsunuz"



bazen biri gelir...
hiç tanımazsınız bilmezsiniz nerden gelmiş? kim? sormazsınız da.. kendine olmak istediği karışık bir kimlik oluşturur... sanki iki kişi seçmiştir Tanrı... böyle düşündürür... tüm iyi niyetiyle tüm kapıları size açar... anlatır anlatır.. sizi alıp götürür... hayaller kurarsınız... işiniz artık hazırdır... yıllar sonra şans size de nihayet gülmüştür... elinizden biri tutacaktır... tanrı gülümsemiştir yukardan...
sevgiyle dolu iyi niyetli bu adamın iş hayatınıza dair planları, size dair herleyi düşünmesi hem şaşırtır hem de sizi seçilmiş kişi yapar... bunun gururuyle, havasıyla bi kaç saat kimseye çaktırmadan işle ilgili tüm planlarınızı yapmış, kazanacağınız parayı nereye yatıracağınızı bile belirlemişsinizdir.. tek bir adım kalmıştır sözleşme...
bir anda dünya güler böyle...
anlamaz insan kader nerde
nerden nereye...
kısmet..
kısmet birbine aşık bir çifte aynı anda gülmüştür... aynı kişi güldürmüştür..
sonra güzel iş görüşmesinden çıkılır eve gidilir...
korkarak kurdukları hayaller...
evde öylesine yapılmış bir internet aramasında adamın ismi çıkmaz... şirket yoktur..
çift umutsuzluğa kapılmaz... kapılamaz... tüm bunların bir oyun olduğuna inanmak istemez.. internette heryere ulaşmaya çalışır heryeri didik ederler.. sırf o nerden geldiği bilinmeyen adama biraz inanabilmek için...
hiçbirşey yoktur...
tanrı gülmemiş sırıtmıştır adeta onlara baka baka...
yine kısmet derler..
bir şizofren onları uzun zaman sonra ilk kez hayal kurmayı hatırlatmıştır... ancak sonrasında yaşanacak o boğazda günlerce düğüm olarak kalacak olan hayal kırıklığını hesaba katmamıştır...
çift ilginç bi şekilde bundan sonra birbirlerine daha çok bağlanır...
belki de tanrı güzel güzel gülmüştü.. herşey sırf bunun içindi... kimbilir... nerden nereye...
"neredesin firuze" ne güzel filmdi... ne kadar gerçekmiş...