
* " Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti. Korkudan titriyor, gözlerini böcekten
ayıramıyordu. Ay çekirdeği tarlası kadar bir tavana bakıyor ama sadece onu
görüyordu. Ay çekirdeği
kadar bir böcek. Sivri ayaklarının etrafındaki tüyleri paça gibi duran,
antenlerinin inceliği kirpik kadar olan bir böcek. Bir böcek resmi kadar
hareketsiz gövdesiyle, koyu bir loşluğun koyu griye boyadığı betonda simsiyah
bir leke. Küçük kızın korkudan sulanmış gözleriyle aynı renkte.
Çenesine kadar çektiği battaniyeyi terli avuçlarının içinde sıkıyor ve böceğin
ne zaman yüzüne düşeceğini düşünüyordu. Merdivensiz bir ranzanın üst
katındaydı. Tavanla arasındaki mesafe, yarım metreden azdı. Elbet
uyuyakalacaktı. Elbet uyurken ağzını açacak ve böcek kendini boşluğa bırakıp
dişlerinin arasından geçecekti. Ya da önce battaniyesinin üzerine düşüp bir
süre orada duracak, karnı acıkınca da küçük yüzüne ayak basıp burun
deliklerinden birine girecek ve önüne ne çıkarsa kemirecekti. Bir saniyeliğine
başını sağa çevirip uzattı ve yerden ne kadar yüksekte olduğunu anlamaya
çalıştı. Ama bunun için bir saniye yeterli değildi. Tam olarak zemini
görememiş, böceği gözden kaçırmamak için bakışlarını yeniden tavana çevirmişti.
Daha önce de böcek görmüştü. Kendi evinin duvarlarında da, başka evlerin
duvarlarında da. Hatta içine adım attığı her evin duvarında en az bir tane
böcek görmüştü. “Dereden geliyorlar” demişti babası. Dereden gelip tavanlara
tırmanan, sonra da kendi ağırlığına dayanamayıp sobaya düşen daha büyük
böcekler de görmüştü. Saçlarının kesilmesine neden olan bitler kadar
küçüklerini de. Duvarların içine hızla kaçıp yok olanları da görmüştü,
şekerpancarı çuvallarının
altında
sakince öldürülmeyi bekleyenleri de. Fare bile görmüştü. Bir defasında bir kurt
bile görmüştü. Gözlerini karartmış böcekten yüz kat daha büyük bir kurt. Ama
hiçbirinden korkmamıştı. Hiçbirinde titrememiş, hiçbirinde ağlamamıştı. Çünkü
hiçbirinde yalnız değildi. Aslında yine yalnız değildi. Altında yatanla
birlikte, çevresinde otuz beş çocuk vardı. Ama onlar sayılmazdı. Çünkü
hiçbirinin adını bilmiyordu ve öğrenmek için artık çok geçti. Uyuyorlardı. Uyku
seslerini duyabiliyordu.Verdikleri nefeslerin tıkanmış burunlarına çarpıp
kırılma gürültüsünü duyabiliyordu. Uykularında hırlayan çocuklar bir
omuzlarından diğerine dönüyor, serin yüzlerini denk getirebilmek için yastıklarını
başlarının altında çeviriyor, bir ayaklarını diğerinin topuğuyla kaşıyor ve
böceği zerre kadar umursamıyorlardı.
Kaçması gerekiyordu. Böcek üzerine düşmeden önce yataktan inmesi gerekiyordu.
Ama nasıl inebilirdi ki? Merdiven olsaydı! Çıkması bile altında yatan çocuğun
itmesiyle olmuştu.
“Bir dahakine kendin çıkacaksın!” diyen çocuğun. Kızgın çocuğun. Ani bir
hareketle üzerindeki battaniyeyi yüzüne çekti. Yıllar içinde katılaşmış
battaniyenin dikenleşmiş tüyleri yanaklarına batmaya başladığı anda ne kadar
büyük bir yanlış yaptığını anladı. Çünkü böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ
oradaydı. İnsanın görmediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı
gözetleyemedikten sonra gizlenmenin ne anlamı vardı? Hatta artık her şey daha
tehlikeliydi. Böcek istediğini yapabilir ve kimsenin bundan haberi olmazdı.
Çıkmıştı göz hapsinden.
Ter damlaları belirdi yüzünde. Şakaklarında su çiçekleri açtı. Nefes alışverişi
kalp atışlarını geride bıraktı. Kurtulacaktı oradan! Kurtulacaktı o böcekten!
Kurtulacaktı yalnızlıktan!
Bir yolunu bulacaktı. O yataktan inmenin bir yolunu bulacaktı. Bir yolu
olmalıydı. Bir tane yeterdi. Araması uzun sürmedi. Yollardan en kısa olanı
seçti. “Ne olursa olsun!” adında kestirme bir sokağa saptı. Sol eliyle
battaniyeyi savurup, sağ eliyle kendini boşluğa doğru itti. “Nereye olursa
olsun!” adındaki bir yere atladı.
Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse
duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca
durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki
çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi
yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. Ayaklarındaki tüylerin
belirmesi içinse koridordaki ampulün yanması ve koğuş kapısının açık kalması
gerekiyordu.
Gözlerini alkış sesine açan Derdâ, yerde yatan çocuğun katlanmış ensesini
gördü. Yüzü karanlığa gömülmüş olsa da, tanıdı. Birkaç saat önce, gözlerine
bakıp “Sen üstte yatacaksın!” dediği çocuktu. Bacaklarından itip tırmanmasına
yardımcı olmuş, sonra da “Sesini duyarsam, keserim dilini!” demişti. Hatta
diğer çocuklar duysun diye bağırarak söylemişti. Şimdiyse yerde yatıyordu
çocuk. Hemen yanında. Belli ki düşmüştü. Atlamış olamazdı ya!
Yastığının altından çektiği elini uzatıp çocuğun koluna dokundu. Yetmedi,
parmaklarıyla yakaladığı omzunu sarstı. Başını kaldırıp ranza demirlerinin
arasından koğuşa baktı.
Uyanık birini aradı. Dikilmiş bir başa rastlamayınca rahatladı. Yavaşça
yatağından kalkıp, çocuğun yanında dizlerinin üstüne çöktü. Bir kedi kadar
hafif olan çocuğu omuzlarından
tutup çevirdi. Küçük yüzü kan içindeydi. Derdâ başını kaldırıp çevresine baktı.
Hâlâ kimsenin uyanmadığından emin olunca ağlamaya başladı. Ağzını, dişlerinin
arasındaki alt
dudağıyla örttü. Kimseyi uyandırmayacak kadar sessizce hıçkırdı.
Var olmayan bir böcekten korkup ranzasının üst katından atlayan küçük kız
Yatırcalı’ydı. Korucu köyü Yatırca. İtirafçı köyü Yatırca. Çocukların dediği
gibi, ajan köyü Yatırca, hatta
orospu çocuğu Yatırca. Ve Yatırcalılara yardım etmek yasaktı. Ölü bile olsalar
onlara el uzatılmazdı. Bu yüzden Derdâ, o gece, ne nöbetçi öğretmene haber
verdi, ne de başka bir şey
yaptı. Sadece ağladı. Sonra da kızın bedeninden yavaşça sıyrılıp sessizce
yatağına girdi. Çünkü kendisi de Yatırcalı’ydı. Ve bu gerçeği okuldaki dört yüz
otuz çocuğa unutturmak dört yılını almıştı.
Ranzanın solundan üçgen biçiminde sarkan ve tek köşesi yere kadar uzanmış
battaniyeyi, karanlığın içinde bir yelkene benzetti. Yatağını da bir tekneye.
Gecenin içinde giden bir
yelkenliye. Resimli bir kitapta görmüştü. İçinde masmavi denizler olan bir
kitapta. Rengârenk teknelerin direklerinde bembeyaz yelkenlerin uçuştuğu bir
kitap. Tekne güvertelerinde sarı yağmurluklu küçük kızların ufka bakarak
gülümsediği bir kitap. Bütün kızların mutlu olduğu bir kitap. Ama sadece bir
kitap. Aptal bir kitap. Hatta dünyanın en aptal ve en yalancı kitabı! Çünkü o
kızlar gerçekte yoktu. Eğer olsalardı, o sayfalara fotoğraflarını koyarlardı.
Suluboyayla yapılmış gibi duran resimlerini değil… Fısıldadı:
“Allahım, inşallah rüyamda ölürüm.”
“Uykumda” diye düzeltecekti ki, içinde yattığı tekne sessizce uykuya battı. On
bir yaşındaydı. Hem on hem bir. "
* "Eğer bu dünyada bir yerlerde insanlar çocukları bombalıyorsa, bunu bilmeye gerek yoktu. O dünya zaten yanmış çocuk eti kokardı. Eğer bir yerlerde başka çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa, bunu da bilmeye gerek yoktu. O dünyanın zaten açlıktan nefesi kokardı. Ve çocukların burunları bu kokuları alır, ergen öfkesi olarak da geri verirdi. Ta ki burunları yetişkin uysallığıyla tıkanana kadar."
* " Diyebilirsin ki bir insanı fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim seni az tanıyorum.. az..
Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir
kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe
var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana
söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri
başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip
de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine
kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…
Bu yüzden belki de, az çoktan fazladır... Belki de az, hayat ve ölüm kadardır. Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir. "