Pazar

sessizlik


susmakta kadın şimdilerde...
tarafların ihtiyacı var galiba bir tutam sessizliğe...
ancak suskunluğunun sonu bulanık bir su...
eşitlenecek herşey belkide...
bulanık suda yüzerken kelimesizliklerde
bir taraf masmavi okyanuslarda sanıyor kendini...
öyle olmasını isterdi diğer tarafta...
olmuyor....
ayrımına varılmadığı müddetçe arıtılmak için çabalanan ruhlar daha da kirleniyor..
bak.. yine aynı...
diğer taraf görmüyor..
arıtılmamış bir ruhla kendini okyanuslarda sanıyor...

Cumartesi

kıyı


yolun düşerse kıyıya bir gün,
ve maviliklerini enginin seyre dalarsan,
dalgalara göğüs germiş olanları hatırla,
selamla, yüreğin sevgi dolu.
çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar, eşit olmayan bir savaşta
ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden
sana yol gösterdiler uzakta..

pierre-jean de beranger

Pazar

o anlamadı ne kadar kırdığını... anlamayacaktı..
kadın zorlamadı şartları.. böyle kırılmışken gereksizdi de..
sağ tarafında binlerce ışık varken o ufacık ışığından ötürü kapamıştı gözünü bütün parıltılara...
nasıl da izin verdi onu yerle bir etmelerine...
işte şimdi bitti bu... tüm umudu... herkes bir araya toplanıp birleşip yıkmışlardı... ne güzel..
başarmışlardı artık...
şimdi sessizce tüm yeteneklerini hiç bir boktan anlamayan insanlar uğruna tüketmiş biri olarak gizlenmişti köşesine.. çıkmayacaktı artık..

Çarşamba

tanrının senfonisi

tanrı kadına işte bu gece denizden bir rüzgarla gülümsedi...
sonra kulağına şarkı fısıldadı.. kadın emindi, bu tanrının duymasını istediği tek sesti... nasıl bir anda yakalamıştı.. rüzgar bedenini... sarmıştı.. tüm günahlarına rağmen aldırmadı.. sarıp sarmaladı...
tüm gizem gecedeydi.. denizdeydi.. ve belki kadındaydı... her kimde ise gizler önemli değildi.. bugün hepsi bir araya toplanıp kimsenin anlam veremediği o kutsal diye tabir ettiğimiz his için açığa çıktı.. 'tanrının senfonisi' dedi kadın içinden.. belki ' mucizesi' kimler duymasın.. varsın kimseler okumasındı... ona bahşedilmiş bi kaç saat... güzel bir deniz, ilginç bir rüzgar... ve kutsallığına inandığı o adam... nasıl teşekkür etmesin ki bilmediği o güce... sonsuz teşekkürler..


Pazartesi

mısra 193 ve sonrası...


" Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? İsa'yı neden bu kadar geç tanıttın ona? Neden günahlarının yükünü taşıyacak gücü ona da vermedin? Selim de, kendi çapında bir kaç kişiyi kandırabilirdi senin yolunda. Meyveleri gösterdin de ağaca çıkma becerikliliğini esirgedin. Neden küçük yaşta Latince, Eski Yunanca, İngilizce filan öğretmedin ona? (Sen ki bütün dilleri ezbere bilirsin)
Dua etmesini bile öğretmedin ona. Evde yalnız kaldığı geceler, karanlıkta yorganı başına çekti ve ter içinde mısra 193 ile mısra 214 arasında söylediği gülünç yakarmayı uydurabildi o zor şartlar altında. Daha iyi birşeyler söyletemez miydin? Neden onu canı kadar seven annesinin bile Selim'i 'benim korkak oğlum' diye sevmesine göz yumdun? "Benim akıllı oğlum güzel oğlum" dediği zaman da neden, şımarmasını önlemedin? Bir duvardan bir duvara çarpıp durdun onu. Bir uçtan bir uca itip durdun onu. Öğretmeni: "yalan söyleme, bu resmi sen yapmadın" dediği zaman neredeydin? Neden bir karşılık bulmasına yardım etmedin? Oysa o resmi Selim yapmıştı. On bir yaşında, "benim kızla konuşuyorsun" diye, Erdal'dan ilk tokadı yediği zaman, aslında kızla konuşmamıştı. Neden babasının verdiği on liranın üstünü bir kerede yolsa düşürmesini sağlamadın da, önce iki buçuk lirayı düşürdü ve koşa koşa dönüp bu parayı ararken kalan dört lirayı da kaybetti? Soruyorum: Neden? Sonra neden karakola gönderdin Selim'i, parayı bulan var mı diye sormaya? Neden polisleri güldürdün ve Selim'i ağlattın? Polisler daha mı iyiydi Selim'den? Biliyorum İsa daha büyük acılar çekti diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara girmezdi diyeceksin. Asıl, ayrıntılara girmeliydi bence. Her şeyi yaşamalıydı. İlkokula göndermeliydin İsa'yı da Selim gibi. Sonra, Selim senin oğlun değil ki. Olsaydı da bilmiyordu. Biliyorum, bunlardan daha acıklı sözler yazdı romancılar diyeceksin. Ben daha neler duydum diyeceksin. Demek bunu söylemekle bitiyor herşey. Sen onlara inan. (ne kaybettiğini bilmiyorsun onlara inanmakla.) Küçük ayrıntılara daha girme bakalım. İsa'nın ikinci gelişinde durumu kurtaracağını sanıyorsun. Selim de ikinci kere gelse görürsün. Yalnız bu sefer lütfen aynı zamanda gelsinler artık. Araya yine binlerce yıllık bir uçurum koyma. Sonunda ilk gelişlerinde yaptığın gibi ikisini de yalnız bırakma..."

Terlemeyi, hapşırmayı, hatta horlamayı ve gülmeyi olumsuzlamayan normal insan kültürleri, ağlamayı bir zayıflık ve zavallılık, ağlamaya direnmeyi güçlülük olarak görmüşlerdir.

Ve normal erkekler, zayıf ve zavallı yanlarını göstermekten çok korkarlar.

Halbuki normal erkeklerin hep güçlü görünmek zorunluluğu gibi çok zayıf bir yanları vardır..."

Buket Uzuner, Balık İzlerinin Sesi

aşk

-Yüzyıllardır oynanmasına rağmen hiçbir seyirci, sahneye fırlayıp Romeo'nun zehirli iksiri içmesine engel olmamıştır.
-Sonunda geminin batacağı bilindiği halde Titanic defalarca izlenmiştir.

bitecektir korkusuyla aşktan kaçarsan, hayattan hiçbir tat alamazsın.
Çünkü , Romeo ölmeli, Titanic batmalı ama aşk her şeye rağmen yaşanmalıdır.

Adam Fawer

Cumartesi

birinin yanından gitmesi öldüğü manasını taşımaz. Lakin birinin gidişi, insanı bir süreliğine öldürebilir.. ölüm gibidir.

ölüm sonsuzdur ve kabullenmelidir insan.. bizlerse sonu olan hayatlarımızda ayrılıklar yaratıyoruz.. uzaklıklarla bütünleşiyoruz...geçici ölümleri doğuruyoruz.

kisseyya

geçmişten kalan bir an.. sadece ufacık bir an.. gözünü kırpmadan yok ediyordu şu anı...

...

kadın acılarını döktü yollara... ağır.. .. ağır..

dünyanın tüm çilesi onun omuzlarına çöreklenmiş gibi... yorgun...

ne içindi tüm bu yağmalar?

cevap aramadı..

..


kadın ve adamın ruhlarının konuşmaya başladığı an sustu diller.

artık sözcükler başka bir biçimdeydi..

ancak sonunda kadına kalan hep aynı...

acılar içindeydi.

şimdiyse ruhu sadece kendi kendiyle konuşuyor...

oruç aruoba

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca,
çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu
noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş
kişilerden hiçbiri yok yanında:
Sen, bir an, “Buradayım” demek için durunca,
onlar, artık, “orada” olacaklar “buradayım artık” bile
demeyecekler sana, “orada”larından seslenerek…
“Burada”nda kimse bulunmayacak
“orada”ndan da kimse seslenmeyecek sana…"

Salı

"değirmenlere karşı iki yitik savaşçı"

yük...

artık sadece gülüyorum tüm bu olanlara...
insan neden kendine acır... kendine bakmadan dünyanın hiç bir kısmıyla ilgilenmez..?
sadece kendini sever, sadece kendini sayar, dünya onun için kurulmuş gibi, ve ben onun için kurulmuş dünyayı sırtımda taşıyorum.
peki ya ben artık yorulduysam? taşıyamıcaksam artık başkasına ait bencillikle köreltilmiş bir dünyayı...
sırtımdan atarsam dünyayı artık ona ait bir dünya kalır mı?
en az atlas'ın yükü kadar ağır bir yük sırtımda, ve en az atlas kadar cezalandırılmış , kandırılmış hissediyorum.

Pazar

boşa kürek çekmek... sonsuza kadar bunu yapamaz ki insan... farkında olduğunda bırakır herşeyi.. pes etmek tam da burada başlar işte... ve ne tehlikelidir umudun yitmesi... uyanmak gibi...

Perşembe

"sanırım,bugünlerde seni es geçtim, özür dilerim." cümlesinde " seni es geçtim" ile anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisidir?
a) bugünlerde hayatımda olduğunu bile unutmuşum...
b) umrumda bile olmadın
c) keyfime baktım
d) hepsi

Çarşamba

yıllar giriyor uzunca yollar giriyor insanların arasına.. yıllarca katlanıyorlar.. sabırla bekliyorlar..
tüm buları aşabilmek ve sonrasın birkaç haftalık uzaklığa yenilmek...
bu kavurucu sıcakta buz gibi bir hava... şehrin bu kalabalığında koca bir yalnızlık hali... bu gürültünün ortasında kirli bir sessizlik hali..
umarsız... kendince yaşayanlar...
belki önemsemiş olsaydı...
alıştırıyorlar ve sevdiriyorlar yalnızlığı...

Cuma

başka bir bakış... "bizim büyük çaresizliğimiz"

"okumak kimilerine yazmayı öğretir, bana ise yazmamayı öğretti"
"siz erkekler neden böylesiniz? biz de sizin gibiyiz, kelebek değiliz, kitap değiliz..kelebek değiliz..."
Seyfi Teoman'ın 2. filmi olan BBÇ'yi izlemekten kendimi mahrum bırakmadığım için mutluluk duyuyorum. Çeşitli sitelerde bir sürü yorum okudum filme dair: Filme bayılanlar bir tarafta , hiçbişiy anlamayanlar bir tarafa toplanmıştı sanki.. Ve filmi izlemeye karar verdim.. film sonunda suratımda bir gülümseme, içimde son zamanlarda içime sinen derin bir o kadar da yalın bir filmi izlemenin doygunluğu vardı. yani kısacası ben de artık filme bayılanlar tarafında yer alıyorum..
2 çocukluk arkadaşının ortaklaşa sürdürdüğü bir hayat... derin ancak bir o kadar da şeffaf aşk ve dostluk öyküsü... itiraflar, gerginlikler, sevgi, bağ, çaresizlikle sürüp giden sade ve derin cümlelerle şiir gibi başlayıp şiir gibi biten bir film..

Salı

yok mu planlarınız?

sorarlar genelde... yok mu ileriye dair bir planın diye? hiç bişiy .. yani hiçbir planı olmayanı anlamazlar... ama yok.. tek bir hayalim ve tek bir planım yok... en başta umudumun olması gerekir hayalim olması için umudum yok.. hayalimi hiçleştiren de bu.. ...
gereksiz memleketçilik tutkusu ile sarılmamış ruhum.. sarılmamış bedenim... ben sadece benim.. karşımdakini de insan olduğu için sevmişim... bunu öğretmiş bana sevgilim...
şimdi görüyor gözlerim... öğreten de yapıyor aynı şeyi... çekiyormuş kan bir şekilde .. insan olmasan bile katil olsan bile çekiyormuş kan bir şekilde.. öyle öğrettiler bana...memleketçilik buymuş işte...

sinema mezunu olduğum halde hala bir fotoğraf makinemin olmayışına parasızlık gözüyle bakılmadı bugün... dalga geçildi.. sonra da utanmadan kurduğum hayaller soruldu..:) önceleri güldüm.. 'bir hayalim yok' dedim. sonra acıdım ben de onlar gibi... halim öyleydi... ama yine de dalga geçilicek gibi de değildi..

dünyanın bizi götürdüğü yerler yada savurduğu yerler... ya da bizi uzunca hapis ettiği yerler mi demeliyim? bir yer işte .. çıkabilirsiniz belki ama inmeniz mümkün değil daha derine...
iyiki var dediğimiz insanlar gittikçe azalırken ben onu tüm kalbimle kucaklıyorum... kutsal adam iyiki var..

adem'le havva'nın güncesi (mark twain)

*Uyandığımda yalnız değildim artık. Uzun saçlı bir yaratık belirmişti yanımda. (Adem)

*Çiçekleri umursamıyor,beni umursamıyor, alacalı akşam göğünü umursamıyor, neyi umursuyor bilmem ki? (Havva)

*Tüm olanlara rağmen, onu bulmuş olduğuma seviniyorum. Elinden gelebildiğince seviyor beni. Ben de onu tutkulu yaradılışımın bütün ateşiyle seviyorum. (Havva)

* Söz gelişi, bir takım kuşları şarkı söylemelerinden dolayı seviyorum ama Adem'i de şarkılarından dolayı sevdiğimi ileri süremem. Hayır, hiç ileri süremem. O şarkı söylerken daha iyi anlıyorum bunu. (Havva)

* Bu dünyadan birlikte göçmemiz benim en büyük yakarım, en büyük özlemimdir. Bu özlem yeryüzünden hiç silinmeyecek, zamanın tükendiği noktaya dek her seven kadının yüreğinde sürüp gidecektir. Benim adımı taşır bu özlem. İkimizden birinin önce gitmesi gerekirse, dilerim ben olayım ilk giden. Adem güçlüdür, ben güçsüzüm, ben ona onun banaolduğu kadar gerekli değilim, onsuz yaşamak yaşamak sayılmaz bence. Nasıl dayanırım böyle bir şeye? Bu yakarışım da ölümsüzdür, soyumdan gelenler sürdükçebu da sürecektir. İlk kadınım ben.. Son kadında da var olacağım.. (Havva)

* Cennet, O'nun olduğu yerdi. (Adem)

............Oldukça keyifli başlayan ve okurken bitmemesini dilediğiniz bir öykü. İnsanın varoluşundan bu yana kadın ve erkeği espirili bir kalemle dile getiren yazar, Adem ve Havva'nın düşüncelerini günlük şeklinde okuyucuya sunduğu bu kitapta, hep duyduğumuz klasik ilk insan, yasak meyve, cennetten düşüş, şeytan kavramlarına mizahi bir biçimde yaklaşarak, ilgi çekici bir hava yakalamayı başarmış. Kadın ve erkeğin ilk andan itibaren birbirleri hakkında gözlemleri, okurken gülümsetiyor.

Günümüze değin, hiç değişmemiş olan kadın erkek ilişkisine dair klişeleri bu öyküde bulmak mümkün. Havva'nın Adem'i neden sevdiğine dair sorgulamaları ve Dünya'ya indikten sonra Tanrı'ya yakarışı, okumaya değerdir.

Kadın, erkek; ilk acı; ilk doğum, ilk ölüm, ve en sonunda Şeytan'ın gözünden dünyaya bakmak... kısa, eğlenceli, aynı zamanda da içi dolu olan bu sevimli öykü okunmalı benim kanaatimce=) ...


kıyam

ruhum dün gibi hatırlıyor daha olmamış bir kıyameti

ben Tanrı'ya iki defa karşı geldim

birincide mutlu olmaya, ikincide ölmeye yeltendim

ölüm aldattı beni

intihar mektubumu yırttım, yanmış bir bilet gibi

siz

akıllı görünmek için bana deli diyebilirsiniz

benimle sevişip başkasıyla evlenebilir,

filozoflardan hakikati, hemşirelerden yaşadığımı öğrenebilirsiniz.

bir haftadır her gün pazartesi

ben artık ne ölüyüm ne diri

pıhtılaşmış kana vuruldu mührüm

güzelim ben seni

gözlerimle sevdim, ellerimle gördüm

şimdi ölüm bile istemiyor beni

intihar mektubumu yırttım, yanmış bir bilet gibi.

alper Çeker

birinin yanından gitmesi öldüğü manasını taşımaz. Lakin birinin gidişi, insanı bir süreliğine öldürebilir.. ölüm gibidir.

ölüm sonsuzdur ve kabullenmelidir insan.. bizlerse sonu olan hayatlarımızda ayrılıklar yaratıyoruz.. uzaklıklarla bütünleşiyoruz...geçici ölümleri doğuruyoruz.

kisseyya

dreamers

- burada hiç ışık yok!
- evet, çünkü ışığa gerek yok!
- ama gece çok karanlık olur.
- doğru, zaten öyle de olmalıdır!

the dreamers

sonsuzluk ve bir gün


"Neden, anne...

...hiçbir şey beklendiği gibi olmadı?

Neden?

Neden çürüyüp gider insan...

...sessizce...

...acıyla ihtiras arasında parçalanarak?

Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim?

Kendi ana dilimi konuşma şansım varken...
...
Kendi dilim varken...

Hâlâ kayıp kelimeleri bulabilecek...

...ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken.

Neden sadece ve sadece...

...kendi ayak seslerimi duydum evin içinde?

Neden?

Söyle bana, anne...

...insan neden bilmez nasıl seveceğini?"

eternity and a day

kaplan

Kaplan! Kaplan! yanmakta ışıl ışıl

Karanlığın ormanlarında:
Hangi ölümsüz el ya da hangi ölümsüz göz
Yaratabilirdi senin heybetli simetrini?

Hangi uzak yarlarda ya da hangi uzak göklerde
Kurban edildi gözlerindeki ateş?
Hangi kanatlar erişebilir ona?
Hangi el kavrayabilir ateşi?

Ve hangi güç ve hangi beceri
Bükebilirdi kaslarını yüreğinin?
Ve, yüreğin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el ve hangi dehşetli ayaklar?

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Nasıl bir azaphanedeydi beynin?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını kavrayabilir?

Yıldızlar savurunca aşağıya mızraklarını,
Ve sulayınca cenneti gözyaşlarıyla,
Güldü mü O yaptığını görünce?
Kuzu' yu yaratan mı yarattı seni de?

Kaplan! Kaplan! yanmakta ışıl ışıl
Karanlığın ormanlarında,
Hangi ölümsüz el ya da hangi ölümsüz göz


Yaratabilir senin heybetli simetrini

william blake

hiç gidilmese..

tüm uzaklıkları tüketebilsek... sevdiklerimiz tehlike altında olmadan yaşayabilse... her gece yattığımızda o en uzaktakini düşünmesek, endişelenmesek, çabuk gidip çabuk gelinse... hatta hiç gidilmese... köyler boşaltılmasa. insanlar artık ait oldukları yerlerde mutlu olsa.. doğduğu toprakta saçsa tüm sevinçleri.. abi sevgili, arkadaş, belki herhangi biri... ama kimse gitmese.. anneler gizli gizli kimseya belli etmeden üzülmese.... kimse birbirine güçlü numarası yapmasa... özlemek olmasa... özlemeye gerek duyulmasa...

ama özlüyorum.. endişeleniyorum... gün sayıyorum... annemin gizli endişesini izliyorum... gözleri dlouyor bazen.. mimikleri sertleşiyor. ama hiç konuşmuyor...

oruç aruoba

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca,
çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu
noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş
kişilerden hiçbiri yok yanında:
Sen, bir an, “Buradayım” demek için durunca,
onlar, artık, “orada” olacaklar “buradayım artık” bile
demeyecekler sana, “orada”larından seslenerek…
“Burada”nda kimse bulunmayacak
“orada”ndan da kimse seslenmeyecek sana…"

yıkandıkça kirleniyor ruhlar

koca koca insanlar.. koca koca kahkahalar..

temiz görünüşlü gülüşlerin içinde barındırdığı hinlik... sonunda açığa çıkıyor işte. niyetler anlaşılıyor.

"gördüğüm kabusların hiçbiri boşuna değilmiş" dedim.. hepsi tüm bu çirkinliklerin aynasıymış.. görmek, gözümü açabilmek öyle çok zamanımı aldı ki.. parlak bedenlerin ardına gizlenmiş kirli ruhlar.. çöplükten başka birşey değilleridi oysa.. hiçbiri farkında değildi ne denli kirlendiğinin.. hiçbir kadın ve hiçbir adam itiraf etmedi kirli ruhunu yada ruhsuzluğunu... bundan hoşnut yaşıyorlar...

herşeyi anlatmak istiyorum... tüm hıncımı kusmak istiyorum... fakat yine olmuyor...

kimsenin okumadığı bir blog yazmanın verdiği bu rahatlığa rağmen neden olmuyor..?

kimse çevresinde aşk görmek istemiyor.. kimse mutlu bir aşk görmek istemiyor... yok etmeye alışmış insan yığınları aşkı 3 yılla sınırlıyor... iki kişinin aynı adnda birbirini sevmesi , ruhlarının konuşabilmesi artık mucizeden ibaret.. böylesine kör insanların içinde olmak... hiçbirşeyin farkında olmayan.. doğanın sunduğu tüm mucizeleri reddeden yığınla insan... betonarmelerin içinde aşkı 3 yılla sınırlar.. hatta 3 saatle.. herşeyle birlikte insan kalpleri de mekanikleşiyor... çılgın gibi herşeyi tüketen ve bir kez bile kafasını kaldırıp güneşe bakmayı denemeyen mutlu olmayı bilmeyenler aşkı da yiyip bitirdikleri gibi aşka hala inananlara da saygı göstermeyi bir türlü beceremiyorlar... dünyada güzele dair ne varsa kirletenler ruhlarını da ucuz yalanlarıyla ve kötü niyetleriyle yıkamaya çalışıyorlar..

bunca çirkinliğin içinde aşk kalabilir mi? bir kişiye , gökyüzüne yada bambaşka bişiye? gözlerindeki parıltıyı gördüğü anda yokedilir tüm masumiyet...

piedra ırmağının kıyısında oturdum ağladım

*.... aşk belkide vaktinden önce yaşlandırıyor bizi; sonra, gençlik uçup gittiğinde yeniden gençleşmemizi sağlıyor. Ama o anları unutmaya olanak var mı? İşte bu yüzden yazıyorum ben, hüznü hasrete dönüştürmek, yalnızlığı anılara dönüştürmek için. Bu öyküyü bitirdiğimde kalkıp Piedra ırmağına atabilmek için. ..

*....tanrılar zarları atar ve kafesinde kapalı duran aşkı azad eder. Bu güç, yaratıcı yada yok edici olabilir.; kafesinden çıktığı sırada, rüzgarın hangi yönde estiğine bağlıdır herşey. Bu güç o sırada ona doğru esmekteydi. Ne varki rüzgarlar tanrı kadar kaprislidir - ta içimde bir yerlerde fırtınaların koptuğunu hissetmeye başlıyordum.

* -.. tanrının kadın yüzünün simgesi neden su?

- bilmiyorum.. ama kendini bizlere belli etmek için genelde suyu seçiyor. Belki de su yaşam kaynağı olduğundandır., suyun içinde yaşam bulduğumuzdan, dokuz ay boyunca o suyun içinde kaldığımızdandır. Su kadın gücünün simgesidir, hiçbir erkeğin ne kadar aydınlanmış, ne kadar kusursuz olursa olsun ulaşmayı düşleyemeceği bir güçtür bu...

* .. aşk her zaman yenidir. yaşamımızda bir kez, iki kez, on kez sevmiş lmamızın önemi yok. Aşk bizi cennete yada cehenneme götürebilir, ama her zaman bir yere götürür. Onu kabullenmemiz gerekir, çünkü varlığımızı besleyen odur. Ondan kaçarsak, gözümüzün önünde meyve dolu dallarıyla duran o ağaca baka baka, elimizi uzatıp istediğimiz meyveyi koparmaya cesaret edemeden açlıktan ölürüz. Nerede olursa olsun, aşkı arayıp bulmamız gerekir, bu bize saatlerce, günlerce, haftalarca süren düş kırıklıklarına mal olsa da. Çünkü biz aşkın peşine düştüğümüz anda, o da bizi karşılamaya çıkacaktır. Ve bizi kurtaracaktır.

*... üçüncü kattan düşmekte, yüzüncü kattan düşmek kadar hasar bırakırdı. düşeceksem en yükseklerden düşmeliydim.

Yazar olma tutkusuyla başlayan, iç çekişleri, sancılarla dolu bir dönemi yaşadığına tanık olduğumuz Arturo Bandini sürükleyip götürüyor okuyucuyu da beraberinde." Maya prensesi" Meksikalı Camilla ile tanıştırıyor.. ve aşk... Yazmaya duyduğu aşk, Camilla'ya duyduğu aşk, ve kendine duyduğu aşk.. kavga, ego, kibir, parasızlık, portakallar... Sıradışı bir adam.. Arturo Bandini..

"ARTURO BANDİNİ, NE BALIK NE DE KUŞ."

"kilisenin önündeyim,kerpiç bina yıllarla kararmış.duygusal nedenlerden ötürü içeri gireceğim.sadece duygusal nedenlerden ötürü.lenin'i okumadım ama onun,"din kitlelerin afyonudur," dediğini başkalarından duydum.kilisenin basamaklarında kendi kendime konuşuyorum:evet,kitlelerin afyonu.kendim,ateistim:mesih düşmanı'nı okudum ve önemli bir yapıt olduğunu düşünüyorum. değerlerin değişiminden yanayım ben.kiliseden kurtulmalıyız,kilise aptalların,ahmakların,cibilliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağıdır.ağır kapıyı çektim,ağlar gibi inledi. mihrabın üzerinden süzülen o kan kırmızı ebedi ışık iki bin yıllık sessizliği kızıl gölgelerle aydınlatıyordu.ölüm gibiydi,ama vaftiz törenlerinde feryat
figan bebekler de anımsıyordum.diz çöktüm.alışkanlık.oturdum.diz çökmek daha iyi.dizlerimde hissedeceğim acı bu korkunç sessizliğe katlanmamı kolaylaştırır belki.bir dua.neden olmasın,tek bir dua:duygusal nedenlerden ötürü.tanrım,artık bir ateist olduğum için beni bağışla,ama nietzsche'yi okudun mu?ne kitap! ulu tanrım,sana karşı dürüst olacağım.bir teklifte bulunacağım sana. BENDEN BÜYÜK BİR YAZAR YARAT, kiliseye döneyim. ve lütfen tanrım,bir ricam daha olacak:annemi mutlu kıl. ihtiyar o kadar önemli değil,onun şarabı var ve sıhhati yerinde,ama annem her şeye kaygılanır.amin"

"Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. ağzınla öp beni çünkü açım ekmeğe. burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında, ölmeme izin ver. şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal.."

"Bazen öyle bir mutluluk dalgası kaplıyordu ki içimi, ışıklarımı söndürüp ağlıyordum ve içimi tuhaf bir ölüm arzusu kaplıyordu. İşte böyle yazıyordu romanını Bandini."

"O anda içimde iyilik adına ne varsa yüreğimde titredi; varoluşumun belirsiz ve derin anlamında umduğum herşey. Burda doğanın büyük kentte kayıtsız suskunluğu vardı; bu sokakların arkasında kenditn ölmesini, kenti bir kez daha ebedi tozla kaplamayı bekleyen bir çöl vardı. "

"'Kim vurdu sana? diye sordum ve 'Trafik kazası' dedin ve ben ' Öbür arabayı Sammy mi kullanıyordu?' diye sordum ve sen ağladın, sarhoş ve yüreğin yaralı ve ben arzu endişesi taşımadan sana dokunabildim."

""peki, ne yapmalıyım? ağzımı gökyüzüne doğru kaldırıp korkak dilimle bir şeyler mi gevelesem? göğsümü açıp yumruklayarak isa'nın dikkatini mi çekmeye çalışsam?ama örtünüp yola devam etmek daha iyi ve mantıklı olmaz mıydı? şaşkınlıklar olacaktı şüphesiz, açlık çekecektim; kurumuş dudaklarımı tatlandırmak için yanaklarımdan süzülüp minik kuşlar gibi beni teselli etmeye çalışan gözyaşlarımdan başka hiçbir şeyimin olmadığı bir kıza duyulan aşka benzer bir güzellik olacaktı. biraz da kahkaha, zaptedilmiş kahkahalar ve geceleyin sessiz bir bekleyiş, geceye duyulan yumuşak korku, ölümün meydan okuyan öpüşüne duyulan korkuya benzer bir korku. ve gece çökecekti ve gençliğimin tez canlılığı ile terkettiğim kaptanlarım denizimin kıyılarından alınmış yağlar süreceklerdi hislerime... ama bağışlanacaktım, bu ve başka şeyler için, reva rivken için, voltaire'in aralıksız çarpan kanatları için, durup o büyüleyici kuşu dinlediğim için. deniz kıyısındaki yurduma döndüğümde her şey için bağışlanacaktım"

Pazartesi

şimdi ne oluyor biliyor musun...?
sen gidiyorsun ya, ben de gidiyorum...
ağır aksak adımlarda senin gittiğin yönün tam tersine...
görmüyor ruhumu artık ruhun... gözlerimi görmüyor gözlerin...
ve dilimden düşenler... düşüyorlar... ve yok oluyorlar...
sen gidiyorsun şimdi... ve ben de gidiyorum...

Perşembe

gün olur devran döner, herşey sırasıyla, elbet bir gün sıra sana da gelir gibi sözler sözler sözler....
tanrım... kim uyduruyor bunları?


Pazartesi

116. Sone


116. Sone

Bence engel tanımaz gerçek bir aşkla
Sevmiş olanlar. Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.
Aşk dediğin fırtınaya bakar ve titremez asla;
Ah, hayır! Her daim duracak bir işarettir,
Bir yıldızdır, dönenen teknelere rehberdir,
Boyu posu ölçülse de bilinmez değeri nedir.
Zamanın oyuncağı olmaz; gül dudaklı
Ve yanaklı aşkı götürebilir sallasa zaman orağını;
Değişmez aşk kısa da sürse saatler ve haftalar,
Aşk dediğin kıyamete dek yaşar.
Eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa,
Demek hiç yazmamışım, kimse sevmemiş asla.

William Shakespeare (1564-1616)

Perşembe

şarkılarım ve günahlarımla....

sükunet sükunet ve yine sükunet.. artık bitsin istiyorum tüm bunlar... saçma sapan haklılıklara sığınan minicik insan bozuntuları.. yok olsunlar... yok olsunlar...

çalmasınlar iyi niyetimi...

hatta şarkılarımı bile almasınlar...,

hepsi yok olsunlar...

ya da ben...

Cumartesi

uğraş istediğin kadar...
artık değiştiremezsin dünyanı...
onlar hep aynı kalacaklar...
sana bakıp, sonra kafalarını çevirecekler.
baksana dünya büyük geliyor ellerine...
kirletiyor ellerini...


artık yürü bambaşka bi yola doğru.. herkes gibi..
hepsi mutlu oluyor kendi körlüğünde...
artık bambaşka bi yola doğru yürü...

Salı


Onlardan biriymiş gibi konuşma.
Değilsin.
Olmak istesen bile değilsin.
Onlar için bir ucubesin.
Tıpkı benim gibi.
...Şu anda sana ihtiyaçları var.
Ama olmadığında cüzamlı gibi dışlarlar seni.

Onların ahlaki, yasaları.
Kötü bir espri gibi.
İlk sorun belirtisinde defedildin.
Ancak Dünyan'ın izin verdiği kadar iyiler.
Sana göstereceğim .
İşler yolunda gitmediğinde şu medeni insanlar birbirlerini yer .
Yani ben canavar değilim.
Sadece herkesten öndeyim.

Pazar




bir yeni yıl masalının ilk cümleleri... ne güzel bir başlangıç..